"Bir Çift Sözüm Var"da Ara

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Sen Kaç Yaşındasın?

Sen kaç yaşındasın?

Sorsana bir kendine. Ne yaptın, bugünden doğum gününü çıkarıp sonuca mı baktın örneğin? Bak şimdi; o da bir karmaşa ya; biten yaş mı, girilen yaş mı?

Sahi; SEN kaç yaşındasın?

"35. Ama 90 kadar yorgun" mu?
"86. Ama 18'likleri cebimden çıkarırım" mı?
"40. Tam yaşım gibiyim; hem yapabilir, hem bilebilir" mi?
"7 yaşındayım, ömrümde böyle şey görmedim" mi?

14 Mayıs 2017 Pazar

An Gelir...

An gelir,
Bahardır;
Baharın sürprizleri vardır.
Bir meyve düşer daldan yere,
Yuvarlanır,
Toprakta yuvarlanır,
Hiç beklenmedik bir yerde,
Hiç beklenmedik bir anda,
Kök salar.
Bakmışsın ummadığın bir yerde,
Beklemediğin bir zamanda,
Bir ulu çınar, bir koca meşe,
Ya da ne bileyim,
Dünyadaki en lezzetli meyve,
Muştulanmış bir filizde.
An gelir;
Bahardır.
Baharın sürprizleri vardır.

13/05/2017
Belek /Antalya

22 Mart 2017 Çarşamba

Yeniden...


Bahar,
tatlı bir serinlikle odayı dolduran
tazeliğin kokusudur şimdi.
Öylese dem uyanmanın demidir;
doğayla birlikte.
Ağacın kahverengi gövdesi,
yeşil yaprağı,
göğün ufukta denizle karıştığı
uçsuz bucaksız mavisi,
soluk almanın gücü,
patlayıp çiçek olmak için sabırsızlanan
tomurcuğun hevesi,
ve ille de umudun karışı konmaz gülümsemesiyle;
yeniden, inatla doğmanın demidir.
Sen yorulup durduğunda,
çocukların gülen yüzleriyle
inatla yeniden,
yeniden,
yeniden doğacağını bilmenin güzelliğiyle.

5 Mart 2017 Pazar

Bir DEĞER'in Ardından

90'lı yılların ortaları.

Hastayım.

Yanlış anlaşılmasın; bedensel bir hastalığım yok. Her tiyatro oyuncusunun en az iki kere yakalandığı bir hastalık. Latince adını bilmiyorum ama bulsak, Türkçe çevirisi "Benden önce bu tiyatro sanatını bilen yoktu. Allah sizi inandırsın, bir güneş gibi doğdum da en iyisini bilen biri geldi" hastalığı gibi bir şey olur.

Dedim ya bu hastalığa en az iki kere yakalanır her tiyatro oyuncusu adayı. Birincisi, tiyatro okulu sınavlarını kazandığı zamandır. Öyle ya koskocaman bir jüri onun yeteneğini onamış, adını tabela gibi ilan kağıdına yazmıştır. En büyük odur ve tiyatroyu daha iyi bilecek, daha yetenekli kimse yoktur. Listede 5-10 kişi daha varsa ne gam? Kontenjan sorunu. Diğerleri de az - çok pırıltı göstermiştir elbet. Hastalığın bu bölümü, derslerde eli ayağı karışıp da, sahnede ne yapacağını şaşırınca kendiliğinden geçer.

3 Mart 2017 Cuma

Tekrarı Yok

Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorsun.
Hiç yaşlanmayacak gibi.
Sonsuz şansın var sanıyorsun yapmak istediklerin için.
Görmek istediklerin, sevmek istediklerin, sarmak istediklerin ve sormak istediklerin için.

Yok oysa.
En büyük hediye, sana verilen bu tek şans. Sayarsan delirirsin hani. Sayabileceğin hızda geçenine saniye demişsin. O değeri de sen belirlemişsin. Yani öyle ki, sanki geçip gitsin diye keşfetmişsin dakikayı, saat, gün, hafta ve yılları.

Yapmak istediklerin mi var? Şimdi mi? Haydi!
Görmek istediklerin mi var? Kalk, kalk!
Emin misin yarın yapabileceğine? Dahası yarın da isteyeceğine? Çıkılmamış yolun erimi yoktur. Yürümeyen eremez hiçbir yere. Dertlendin de ne oldu? Erindin de ne kazandın?
Ha; istediğin durmak mı? Geldiğin yerde kalmak mı? Onu da yap, hakkıyla yap. Tam gönlünün istediği gibi. Öyle yap ki, gören bir "ooooohhh" çeksin senin haline bakınca; kendi durmuş sanki. Dünyanın en güzel tatlısını uzun uzun çiğner, lezzetini son zerresine kadar alır gibi.

Aktığını biliyorsun ya zaman dediğin şeyin, lanetin aslında bu; şansın da aynı zamanda.

Yap gitsin o zaman. Zira yapmasan da gidecek.

21 Şubat 2017 Salı

140 Karakterde Kalmasın Diye Derlenenler

*****************
*****************
*****************
*****************

12 Aralık 2016 Pazartesi

Bi Kahve İçelim Usta - 55. Fincan "Kendine ve Yaşadıklarına Neden Yabancılaşır İnsan?"





An gelir yabancılaşırız kendimize.

Kimi çin "her şeyi" ya da "bir şeyi" elde etmenin doygunluğudur bu, kimi için en sevdiğini ya da güvendiğini yitirmenin.

55. Fincan, yabancılaşma üzerine

8 Aralık 2016 Perşembe

Gece kelepçe olmuş

Her zaman zincir değilmiş
İnsanın elini, kolunu bağlayan.
Ya da bilek kalınlığında palamar...
Gece de düğüm atarmış,
Gündüzden bıraktıklarıyla.
Karanlık... görülmez ki, söküp atasın.
Gece zifiri bir kelepçedir şimdi bileklerimizde.
Bekle ki, gün ağarsın,
Karanlık kaçsın,
Düşürsün kaçarken sana attığı düğümleri.
Gün doğmamış gece yoktur.
Neyse ki...
Lakin, zifir... zifir... zifiri...

13 Haziran 2016 Pazartesi

Uzan Suyun Üstüne

Hayata ne çok anlam yüklüyoruz;
Aşka mesela,
Sonra paraya,
Eşe, dosta,
İşe, güce...
Oysa hepsinin canı, bir soluk.
Soluk al, var; verdiğinde yok.
O soluk boyunca yaşayabiliyor musun?
Suyun üstünde, bir yaprak gibi sırt üstü süzülen bir su samuru keyfiyle...
Ya da cevizlerini istiflemiş, birer tane de iki yanağının altına saklamış (!) bir sincabın güveni ile...
Hayırsa yanıtın, hiç tutup da boşa oyalama o soluğu; ver gitsin.
Ya da aç gözünü; soluğu vermeden, hakkını ver.

7 Nisan 2016 Perşembe

Bir Beyin, Bir Bedende Kaç Kişi Yaşıyorsun?

"Bir insanı sevmekle başlar her şey" demiş ya şair, uyan ey insancık. O kişi sen kendinsin. Sevmeyi öğrenmeye kendinden başlayacaksın.Tersi bir durumda, başkasını sevmeyi beceremezsin.

24 Mart 2016 Perşembe

Hakkını Ver (ya da Al)

İlk anda bir kısa mesafe koşusuyla başladıysan,
Milyonlarca iribaş arasında "ille ben birinci olacağım" diye didindiysen,
Karşına çıkan yumurtanın duvarını biricik uzvunu kullanarak, baş vurarak delip, zorla döllediysen,
Bir de dokuz ay direnip kordonu sen göğüslediysen,
Yani ya, hayata geleceğim diye inadım inat, orta Afrika iki kanat diye ısrar ettiysen,
Kusura bakma paşacığım, yaşayacaksın.
Yok öyle anları ve tadını kaçırmak. Hiç kimse ve hiçbir şey için. İçinde bulunduğun anı güzel kılıp paylaşan varsa, sarılacaksın. Hem de, hiç tereddüt etmeden; "ay öyle mi olur, vay böyle mi olur, önceden şöyle miydi, sonradan nasıl olur ki?" demeden.
Mutlu oldun, aha gitti! Bir daha oldun, aha, o an da gitti. Hanende artı puan olarak yazar ancak.
Ama armutun sapı var değil mi? Armut işte! Bir halt olsa, en yakın muhatabı ayı olmazdı. Tabi üzümün de çöpü vardır bu arada... aaa ne ayııııp!
Sapıyla, çöpüyle sömüreceksin yaşamı. Kapa gözlerini... aç... ne oldu? İşte o kadar bir zaman "varsın" ile "vardı" arasında geçen.
Kaçtı mı, müflis tüccar hesabı, eski defterlerin içine düş de gör; orada sermayeyi "nah!" bulursun.
Gördün mü güzel insan(lar)ı? Sev.
Canından mı bezdirdi? Koyver.
Öyle sürprizler yapar ki yaşam, hiçbir şey beklemediğin bir anda, sokakta bile denk gelirsin; görecek gözün, yaşayacak gö.ün varsa.
O olmadı, bir "merhaba" ile evreni görürsün.
Biri "kardeşim" der, on sobadan çok ısıtır seni.
Hele bir de "iyi ki varsın" vardır ki, "asıl sen... asıl sen..." diye haykırırsın sessizce.
Anlamsız kaygılara kurban etme kendini; hele başkasına aitse, asla!
Zira, sen yaşamaya niyetliysen paşacığım, güzel kılanlar bitmiyor. Senin gibi azimle birinci olmuş milyarlarca iribaş eskisi var. İçlerinden biri çıkar, bir fincan kahveye kırk yıl kredi açar sana, şaşarsın.
Sahi, çok güzel olmaz mı şöyle kallavi bir kahve, kaleden Ankara'ya doğru? Belki elinde bir fotoğraf makinesi, kıskançlıkla hapsedersin o an gördüğünü, gözünden çok dar bir kareye.
Benim kahvem orta olsun; yanımdaki (?) sen nasıl içersin?

17 Mart 2016 Perşembe

BÜYÜK HARFLE YAZ Kİ, BAĞIRDIĞIN ANLAŞILSIN!

Biz artık Katharsis için Amfitiyatrolara bile gitmek zorunda değiliz. Avuç içi kadar telefon yeter. 
Haydi yazsana... #KahrolTerörAlSanaTepki

15 Mart 2016 Salı

Yaralı Şehir

Acıtılmış, kanatılmış "Gri Gökkuşağı" için...

Şehrim yaralı benim.
Çocukluğum, ilk gençliğim,
Sonra bir gün terk edip, bir "yosmaya" gittiğim.
Sonunda, ana kucağı gibi döndüğüm; bugünüm.
14 Mart 2016 23:39

28 Şubat 2016 Pazar

Müziğe Bırak Kendini

Eski bir fıkra vardır; biraz tutucu bir kadın bir düğüne gitmiş. Oyun havaları başladığında onu davet edenleri, "Allah günah yazar" diyerek geri çevirirmiş. Bir süre sonra, belki biraz müziğin kıvraklığından, belki biraz ısrarlara dayanamadığından kendini göbek atanların arasında bulmuş. Bir yandan küçük küçük sallanıyor, bir yandan da ritme uygun mırıldanıyormuş; "allaaahııım, günaaah yazma... allaaahıııım, günaaah yazma...".
Ritim yükselmiş, abla da yükselmiş, bakmış ki kollar iki yanda yükseliyor, başlamış biraz daha yüksek sesle konuşmaya; "biraz yaaaz, biraz yazma... biraz yaaaz, biraz yazma..."
Neden sonra davullar, darbukalar en kıvrak ritimlerin zirvelerine ulaştığında düğündekiler bakmışlar ki ablamız orta yerde, dört kol çengi, dönüyor. Bir yandan dayukarı bakıp bağırıyor; "ooooooohhhh... ister yaaaaz, ister yazma... ister yaaaaz, ister yazma."
Demem o ki, fazla kasmaya gelmiyor. Hayata bir defa geliyoruz. Armudun sapı, üzümün çöpü diye o kadar çok anı kaçırıyoruz ki, bir daha yerine gelmesi de olanaksız.  Oysa, müzik çalmaya, hayat akmaya devam ediyor. Yapılacak şey, kendimizi yaşamın akışına bırakıp, müziğin ritmine kapılmak için kendimize izin vermek.
Öyleyse, haydi şimdi eller havaya. Haydi bakalım;
"ooooooohhhh... ister yaaaaz, ister yazma... ister yaaaaz, ister yazma."

26 Şubat 2016 Cuma

Düşme; DÜŞ(LE)

Hiç düşündünüz mü, nedir düş?
Beni oyuncu yapan şeydir örneğin. Saatler boyu oyuncaklarla oynarken, onların ne kadar gerçeğe yakın olduğunu düşleyen çocuk, bugün hala sahnedeki düşün ne kadar gerçekçi olduğuna bakıp oyun oynamayı ve düşleriyle mutlu olmayı sürdürüyor.
Düşlemek insanın tanrısal parçasıdır aslında. Yokları, ya da henüz yokları usunda da olsa var eder. Dahası somut olarak var edecek gücü de ortaya çıkarır. Yaratı düşle başlar. İlerleme düşle başlar. Kurmak düşlemenin ardılıdır.
"Kader", "kısmet" sözcüklerini hiç sevemedim. Sahne dışında, sonucu istencimin dışında belirlenmiş bir yaşam düşüncesinden hiç hoşlanmadığım için "alın yazısı" kavramıyla da barışamadım. Yaşam olağanüstü rastlantısallığı ile karşımıza seçenekler çıkarıyor, biz de görebildiğimizce ve yüreğimizle aklımız yattığınca seçiyor ve yaşıyoruz.
Yaşamın istencimizin ötesinde, bilinç düzeyinde algılayamadığımız düzenlemeleri var mıdır? Olası elbette. 100. Maymun fenomeni, bilinç üstü ile fark edemediğimiz ama yine de yanımızda, yakınımızda olmayanlarla bilgi iletişiminde bulunduğumuzu savlayabileceğimiz bulgular içeriyor. Yani her karşılaşma bir rastlantı olmayabilir. Somut 5 duyu içinde sayamadığımız, üst bir algı becerisi bizi kişilerle, olaylarla ya da yerlerle ilişkilendiriyor, karşılaştırıyor olabilir. Bu somutlama da "kader, rastlantı, alın yazısı" vb. kavramlarda gördüğümüz gibi istenç dışı bir durum olmayan, tam tersine, gayet kendi elimizde bir yaşam kurgusunu olası saymamı sağlıyor.
Böyle bir bakışla, düşlemek ve düşünmek çok daha önemli bir yer almaya başlıyor. Yani her şey gerçekten düşleyerek başlıyor. Uygun iletiler, uygun alıcılarla buluşuyor.  Ama "evrene mesaj gönderen" bir "secret" tadında değil. Tamamen somut ve akılcı bir bakışla. 
O zaman, düşlemek ve düşünmek, bir başka deyişle, tasarlamak, bir yandan kişiyi olası ve beklediği geleceğe hazırlarken, diğer yandan da yaşamı o gerçekliğe dair kurguluyor olabilir.
Diyeceğim o ki, korkmayın düş kurmaktan. "Ya gerçekleşmezse?" demeyin. En fazla gerçekleşmemiş olur. Unutmayın; bir güzelliği düşlerken ruhunuzda hissettiğiniz o lezzete bile değer düş kurmak. Ötesi bırakın yaşama kalsın. Düşleri keserek, aklı ve duyguyu frenleyerek ancak yaşamın o kurguyu düzenlemesini durdurmuş olursunuz belki de. Korkularla, kaygılarla coşkunuzu zedelersiniz. Tutmazsa, en fazla, "Ne güzel düşlerdi onlar. Kurarken bile mutlu etti. Varsın olmasın" dersiniz. Ama Hoca Nasrettin'in dediği gibi; "Ya tutarsa?"
Öyleyse, korkmayın be! Düşleyin. Güzeli, güzellikleri düşleyin; güzelliklerimiz olsun.
(Son cümleden olarak, bu yazıdan "sadece oturup düşlersek her şey olur" sonucu çıkaracak birileri olursa hiçbir şey anlamamış sayarım. Akıl'la düşle, olanca Kuvvet'le gerçek olması için çaba göster ki, Güzellik senin olsun)
Eyvallah...

25 Şubat 2016 Perşembe

Kırık...

İçinde, ta derinlerinde bir sergi,
Cam biblolardan.
Korumuş, esirgemiş,
Ama sergidir;
Görülsün de istemiş.
Sanat sever filler gezmiş,
İstemeden kırmış, geçmiş.
Dehşet!
"İstemeden dedik ya yahu".
İşte en çok da ondan acıtırmış
Can kırıkları.

10 Şubat 2016 Çarşamba

Dar Kalıp

Azeri Ali ile Gürcü Nino'nun aşkını anlatan heykel (Batum).
Belli sürelerde ayrı kalıp, sonra tekrar kavuşuyorlar.
Yaradan;
O yüce mimar,
Bu akla, bu yüreğe bir ev tasarlamış.
Beden demişiz adına.
O bilmeden bir şey yapmaz ya;
Kalıp dar, kalp kocaman.
Aklın yeri yeterli ya, o da aciz durumu anlamaktan.
Vardır elbet  bir bildiği.
Sıkışır da sıkışır yürek.
Öyleyse bir şey yapmak gerek...
Ya yaracaksın göğsünü,
Açacaksın yerini,
Yanacak canın,
Yahut, durmuyorsa inatla kalıbında,
Çıkarıp vereceksin,
Kocaman yeri olan bir emanetçiye.
Mimar onu da tasarlamış mı acaba?
Bulunur mu öyle bir emanetçi?
İki parçalık yer işgal eden bir yüreği,
Bir parça bedeline saklasın;
Belki bir ömür...
Kaldın mı yine rızasına emanetçinin?
Çal sen hele kapısını bakalım;
"Ya kısmet"...

9 Şubat 2016 Salı

Üşüme(k)!


Sıcacık bir düşte,
Üşüyormuş biri...

İçi alev alev yanarken,
Titriyormuş hatta...

Oysa, iyi bilirmiş o
"Isınmanın en alası"nı.

Belki de tam bu yüzden,
Korkuyormuş işte...

27 Kasım 2015 Cuma

Kara an!

Karanlık sözcüğünün kökenini ilk düşündüğümde çok etkilenmiştim.
Kara + an + lık.
Anın, demin siyah olması. Yani bu dili ilk seslendiren atalar, o zamanki algı ve bilgileriyle düşünmüşler ve demişler ki; "birileri geldi ve anı karaya boyadı". Güneş battı, ışık gitti falan değil; an kara oldu. O zaman dem bu demdir ve kara anlık olmuştur.
Sahi, kimdir demi, günü karaya boyayan(lar)? Tehlikeyi arttırdığına, güzellikleri kapattığına göre, doğanın iyi güçleri olmasa gerek. Yoksa 7 rengi sunan, ısıtan ve ışıtan günü, karalara boyarlar mıydı? Neyse ki, uygun şartlar oluşup da zamanı geldiğinde, günü ağartacak güçler de vardır. Bir bakmışsın, olması gereken yerde, Doğu'da güneş pırıl pırıl oklarını göstermiş, hemen ardından, zerre kıskançlık etmeden nesi var nesi yoksa günü aklara boyayacaktır.
An, tam bu satırların yazıldığı sırada da karadır. Dışarıda artık ataların masallarını boşa çıkaracak ampuller olsa da, sokaktaki ortalama adam dahi, ışığın fiziksel yokluğunun nedenini bilse de, an karadır... zift karası, yüz karası, dipsiz kuyunun karası.
Binlerce yıl sonra acaba şimdi gerçekten biliyor muyuz kimlerdir ânı karaya boyayanlar? Ve biz boyamazsak, kim boyayacak günü beyaza?

18 Kasım 2015 Çarşamba

Kalk; Yoksa Gitti Gider!

Bir vesileyle birbirinden haberdar olduğunuz biriyle denk getirip içilen 2 bira, edilen 3 - 5 cümleden sonra, ikinci görüşmenizde onun "dost" olacağına, hatta olduğuna karar verebilir misiniz?

Ya da bir adamla / kadınla tanışıp, harika sohbet edip, ikinci görüşmenizde "hiç gitme, hep kal" diyebilir misiniz? Cesaret ister değil mi? Ya o "dost" riyakarsa? Ya o adam / kadın göründüğü gibi değilse?

Dostluk, sevgi, uyum konserve değil, bakkal rafında satılmıyor. Üsküdar - Beşiktaş motoru hiç değil, 15 dakikalık periyotlarla karşımıza da çıkmıyor.

O zaman; o güzel insanları bulduğunuzda sarılın, bırakmayın. En fazla biri hakkında yanılmış olursunuz. Bir sonra karşınıza çıkacaklar hakkında da daha bilgili, donanımlı hale gelirsiniz.  Ama dur bir bakayım, iki de tartayım dediğiniz her an, o sevgiyi, o dostluğu, o güzellikleri yaşayabileceğiniz süreden kaybettiğiniz anlardır. Ve geri gelmeyen tek sermaye zamandır.

Yaşayın, zira bir dahası yok.