Nereden geldik, nereye geldik? Dahası; acep nerelere gidiyoruz?
Eğitimle başladı her
şey aslında. Hani hepimizin bildiği, küçücükken, evde, okulda
ezberlediği yaşam öyküsü vardır ya, pembe aşı boyalı evde
başlayan; işte o. Evi tariften hemen sonra sarı saçlı çocuğun
okul yaşına geliriz. Ama bir ikilem vardır evde. Geleneklerine
bağlı annenin gönlü, dualarla, “amin alayı” ile başlanacak
mahalle mektebindedir. Oysa baba, bambaşka bir gözle görmektedir
dünyayı. O, dönemine göre çağdaş ve bilimsel eğitim veren
Şemsi Efendi Mektebi'ni tercih eder. Sorun, kalp kırılmadan
çözülür. Törenler, alaylarla annenin gönlü alınır, ardından
kısa bir süre sonra çağdaş eğitim veren okula geçilir.
Öteden beri sihrin o çağdaş okulda gerçekleştiğini düşünürüm. Babanın erken kaybı ile çok kısa sürse de, koca bir ulusun kaderini(?) değiştiren süreç, orada ekilen tohumlardan filizlenmiş olmalı. Kurtuluş Savaşı'nın en çetin yerinde, 1921 yılında öğretmenlerle bir eğitim kongresi düzenleyecek kadar eğitimin öneminin farkında olan bir önderi, o ilk tercihe borçluyuz belki de.
Mustafa Kemal Atatürk, kimliksiz, kişiliksiz, niteliksiz bir devlet yapısının elinde cehalete mahkum edilmiş bir insan topluluğundan, çağdaş dünyanın saygın bir üyesi haline gelen bir toplumu çok kısa sürede yaratabildiyse, bunu her alanda çağdaş eğitimi öne alarak başarmıştır. Sanat alanı da bunlardan biri elbette.
Cumhuriyet'in ilanından
bir yıl sonra Musiki Muallim Mektebi kuruluyor. Hemen 1-2 yıl
ardından, daha sonraları Türk Beşleri diye anılacak olan 5 genç,
devlet bursuyla dönemin dünyadaki en önemli bestecilerinin yanına
eğitime gönderiliyor. Bunlardan A. Adnan Saygun'un eğitimi devam
ederken geri çağrılıp, 2 ay gibi kısa sürede “Özsoy”
operasının yazdırılması da bir tercihin yansımasıdır.
Ayaklarını kendi toprağına basan, öz değerlerini evrensel
teknik ve sanat yöntemleriyle harmanlamış, çağdaş dünya
ölçütlerinde yaratılar. Ata'nın bu bakış açısı günümüzde
sanat eyleminin içindeki pek çok profesyonelde bile gelişmiş
değil.
Yaşam insanlara olduğu kadar, toplumlara da ilginç oyunlar oynar. Birinin başına gelen olumsuzluklar, bir başkasının şansı olabilir. Dünyanın en büyük trajedilerinden 2. Dünya Savaşı'nı hazırlayan gelişmeler, genç Türkiye Cumhuriyeti'ne, henüz yetiştiremediği düzeyde bilim ve sanat insanının sığınmasına neden olmuştur. Onlar da buradaki barış ve atılım ortamında özellikle üniversiteler ve diğer mesleki eğitim kurumlarımızın gelişimi için çalışmıştır.
Bunlardan ikisi, önemli Alman besteci Paul Hindemith ve döneminin önde gelen yönetmen ve tiyatro eğitmenlerinden Carl Ebert, konservatuvara dönüştürülmek üzere Musiki Muallim Mektebi'ni ele almış ve 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı'nın temel kurucularından olmuşlardır. Bu okul, ilk mezunlarıyla “Tatbikat Sahnesi” adı altında düzenli tiyatro temsilleri ve konserlerle, evrensel sanatı ülkemizde kökleştirmiş, zamanla yurdun pek çok yerinde muadillerini ama daha da önemlisi bugün yarım asrı aşmış varlığıyla dünya çapında dev sanat kurumlarını doğurmuştur.
1984 yılında, babası gibi müzisyen olmak isteyen bir çocukken, Ankara'nın Beşevler semtindeki yeni binasının kapısından girdiğim, hem müzik, hem de tiyatro bölümlerinde okuyunca adeta her hücreme işleyen Ankara Devlet Konservatuvarı'nın ne anlama geldiğini çok sonraları anlayacaktım. Sonraki öngörüsüzlükleri de ne yazık ki.
Ben, aynı okulun
mezunu olmamıza rağmen, babamın okuduğu ilk binada hiç okumadım.
1980 darbesinin hediyelerinden olan YÖK ile birlikte, akademi yapısı
yok edilip, üniversiteye bağlanınca, 1984 Şubat'ında Ankara'nın
Cebeci semtindeki tarihi Konservatuvar binası bir belediye binası
yapılıp, okul da Beşevler'e taşınmıştı. Hüseyin Sermet'in
piyano tuşlarıyla tanıştığı odalarda, parmaklar daktilo
tuşlarına bastı yıllarca. Nice oyuncunun, operacının yetiştiği
sahnede, nikah memurlarının sesleri çınladı. Söylenenler
gerçekleşirse, şu anda benim okuduğum sınıflarda, müzisyen
olmak için ter döken kızım, üçüncü bir binada mezun olabilir.
Ben Adnan Saygun'un, Mithat Fenmen'in odalarını hiç görmedim.
Yarın çocuklar Muammer Sun'un, Cüneyt Gökçer'in, Hikmet
Şimşek'in ders yaptığı sınıfları sahneleri bilemeyecekler.
Aidiyet, gelenek, kök duyguları pekişmeyecek. Oysa sanat,
gelenekten geleceğe giden bir süreçtir. Yarım asrı aşkın
süredir muhafazakar olduğunu söyleyen insanlarca yönetilen ülke,
bir sanat geleneğini muhafaza etmemiş.
Şimdi, okulumuzun meyvesi sanat kurumlarının da varlık kaygısına düştüğü bir dönem yaşıyoruz. Yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti Ankara'nın kalbi Çankaya'da, merkezde bulunan iki önemli sahneyi, Akün ve Şinasi sahnelerini yitirmek üzereyiz. Hem de aynı bölgede yerlerini tutacak hiçbir sanat alanı yokken. Aynı bölgede güzelim pastanelerin, lokantaların kapandığı, yerlerine nedense sadece envaiçeşit (!) dönercilerin açıldığı dönemle koşut olarak.
O büyük adam, biz
sanat emekçilerine “Alnında ışığı ilk hisseden”
yakıştırmasını yapmış. Biz de her şeye karşın, aklın ışığı
ve bilginin kuvvetiyle, sanat denen güzelliği Türkiye Cumhuriyeti
yurttaşları ve dünyayla paylaşmaya çalışıyoruz.
O'na olan borcumuzun bilinciyle, her şeye rağmen.
Öteden beri sihrin o çağdaş okulda gerçekleştiğini düşünürüm. Babanın erken kaybı ile çok kısa sürse de, koca bir ulusun kaderini(?) değiştiren süreç, orada ekilen tohumlardan filizlenmiş olmalı. Kurtuluş Savaşı'nın en çetin yerinde, 1921 yılında öğretmenlerle bir eğitim kongresi düzenleyecek kadar eğitimin öneminin farkında olan bir önderi, o ilk tercihe borçluyuz belki de.
Mustafa Kemal Atatürk, kimliksiz, kişiliksiz, niteliksiz bir devlet yapısının elinde cehalete mahkum edilmiş bir insan topluluğundan, çağdaş dünyanın saygın bir üyesi haline gelen bir toplumu çok kısa sürede yaratabildiyse, bunu her alanda çağdaş eğitimi öne alarak başarmıştır. Sanat alanı da bunlardan biri elbette.
Daha sonra Ankara Devlet Konservatuvarı'na dönüşen Cebeci'deki Musiki Muallim Mektebi binası |
Yaşam insanlara olduğu kadar, toplumlara da ilginç oyunlar oynar. Birinin başına gelen olumsuzluklar, bir başkasının şansı olabilir. Dünyanın en büyük trajedilerinden 2. Dünya Savaşı'nı hazırlayan gelişmeler, genç Türkiye Cumhuriyeti'ne, henüz yetiştiremediği düzeyde bilim ve sanat insanının sığınmasına neden olmuştur. Onlar da buradaki barış ve atılım ortamında özellikle üniversiteler ve diğer mesleki eğitim kurumlarımızın gelişimi için çalışmıştır.
Bunlardan ikisi, önemli Alman besteci Paul Hindemith ve döneminin önde gelen yönetmen ve tiyatro eğitmenlerinden Carl Ebert, konservatuvara dönüştürülmek üzere Musiki Muallim Mektebi'ni ele almış ve 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı'nın temel kurucularından olmuşlardır. Bu okul, ilk mezunlarıyla “Tatbikat Sahnesi” adı altında düzenli tiyatro temsilleri ve konserlerle, evrensel sanatı ülkemizde kökleştirmiş, zamanla yurdun pek çok yerinde muadillerini ama daha da önemlisi bugün yarım asrı aşmış varlığıyla dünya çapında dev sanat kurumlarını doğurmuştur.
1984 yılında, babası gibi müzisyen olmak isteyen bir çocukken, Ankara'nın Beşevler semtindeki yeni binasının kapısından girdiğim, hem müzik, hem de tiyatro bölümlerinde okuyunca adeta her hücreme işleyen Ankara Devlet Konservatuvarı'nın ne anlama geldiğini çok sonraları anlayacaktım. Sonraki öngörüsüzlükleri de ne yazık ki.
1984 yılının Şubat ayından bu yana Ankara Devlet Konservatuvarı'nın bulunduğu Beşevler'deki bina |
Şimdi, okulumuzun meyvesi sanat kurumlarının da varlık kaygısına düştüğü bir dönem yaşıyoruz. Yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti Ankara'nın kalbi Çankaya'da, merkezde bulunan iki önemli sahneyi, Akün ve Şinasi sahnelerini yitirmek üzereyiz. Hem de aynı bölgede yerlerini tutacak hiçbir sanat alanı yokken. Aynı bölgede güzelim pastanelerin, lokantaların kapandığı, yerlerine nedense sadece envaiçeşit (!) dönercilerin açıldığı dönemle koşut olarak.
Ankara'nın kültür hafızasında önemli yerleri olan Şinasi ve Akün sahneleri |
O'na olan borcumuzun bilinciyle, her şeye rağmen.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder